Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 İlk Gün.

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Veronica N. Folchart
Artemis Avcısı | Kulübe Lideri
Artemis Avcısı | Kulübe Lideri
Veronica N. Folchart


Mesaj Sayısı : 71
Drahmi : 92
Kayıt tarihi : 18/03/11
Yaş : 27
Nerden : Bilmem, öyle bir yerden işte.

İlk Gün. Empty
MesajKonu: İlk Gün.   İlk Gün. Icon_minitimePtsi Mart 21, 2011 4:36 am

”Peki anne, seni seviyorum. Görüşürüz." dedim bir kadına el sallayarak. Derin bir nefes alarak girişinde "Melez Kampı" yazısı olan yere baktım. Ama sanırım biraz daha baştan almalıyım, mesela uyandığım andan itibaren.

Selam. Ben Veronica, Veronica Nicole Folchart. Bana V diyebilirsiniz, çoğu kişi öyle der zaten. Kısaca kendimden bahsedeyim, sonra hikayeme geçeceğim. Imm, sarışınım. Sarışın olmayı seviyorum, aptal değilim ama dalga geçmeyi aklınızın ucundan bile geçirmeyin. On altı yaşındayım, elbiseleri seviyorum. Tamam, bu kadar. Kalanını öğrenirsiniz zaten. Pekala, her zamanki gibi berbat bir gün geçireceğime emindim ve öyle oldu da. Sorunlu gençlerin gittiği saçma sapan bir okula gidiyordum, sıra arkadaşım bir yığın şey çalmakla suçlanmış manyağın tekiydi, bir de sürekli birileri benden okulu sevmemi bekliyordu. Yani, yapmayın ama, böyle bir okulu siz bile sevemezsiniz! Üstelik herhangi bir sorunumda yoktu, okula gönderilmemin tek nedeni diğer okullardan atılmış olmamdı. Annem -sağolsun çok kibardır (!)- saçlarını yolmaktan vazgeçtiği zamanlar beni okula yazdırmakla meşgul oluyordu sadece. Küçük bir firmanın muhasebe işlerini yapıyordu ve neredeyse bütün gün çalışıyordu. Güzel bir kadındı, aslında çoğu özelliğimi ondan almıştım ama hiç erkek arkadaşı falan olmamıştı. Zaten on altı yaşındaydım ve bu yaşıma kadar erkeklerden nefret ettiğini söyleyen bir kadınla yaşamıştım. Hayatımın ne kadar berbat olduğunu anlatabildim mi? Çatlak bir anne, saçmasapan bir okul, on altı yaşına kadar geçirilmiş olan berbat bir hayat. Disleksi hastalığım vardı ve gözlükçümün önerdiği üzere kavanoz dibi denilen iğrenç gözlüklerden takmam gerekiyordu. O gözlükleri kullanmak burnumun yamulmasına yol açıyordu, eminim. Aldığımızdan iki gün sonra onları ayaklarımın altında ezip çöpe attım, annemde ağlamakla geçirdi o gününü falan.

Her zamanki sıradanlığımla elime geçen ilk şeyi giyip çantama birkaç kitap tıktım ve okula gitmek üzere dışarı fırladım. Okul çok uzaktı ve ben hep servisi kaçırırdım, bu yüzden koşarak gitmeye karar verdim. Yirmi dakika sonra duraksız koşmaktan dolayı kıpkırmızı olmuştum tabi ama yine de okuldaydım işte, yani zilin on dakika önce çaldığını göz önünde bulundurmazsak. "Yine geç kaldınız bayan.. Folchart." Müdür yardımcısı Miss Colle her gün kurduğu cümlelerin aynısını kuruyordu, önce elindeki listeye bakar, adını hatırlamaya çalışır, sonra bir soyadı sallar. Çoğu zaman tutturuyordu ama, ilginç. Hatta ne diyeceğini bile tahmin edebiliyordum artık. "Ceza alacaksınız." dedi ve gözlüğünü yukarı doğru ittirdi, o söylerken bende sessizce aynı kelimeleri söyledim. Kadın zaten kafayı yemiş biriydi, daha önce hiç evlenmemişti ve bekar kadınlar kulübüne üye olan diğer iğrenç kadınlarla beraber kedilerini ne kadar sevdiklerini falan anlatıyorlardı birbirlerine. Ciddiyim, o kulüpleri biliyorum, annemde bir tanesine katılmıştı. Hatta o sıralarda hayvan sevgisi başlamıştı annemde, bir kedi almaya ikna etmiştim onu.

Okul günüm çok sıradandı. Yani en azından bir baş-belaları-okulu için, deney tüplerinin patlaması ya da çocukların donlarından bayrak direğine asılması normal kabul ediliyordu falan. En yakın arkadaşım diyebileceğim biri bile yoktu hayatımda, genel olarak erkeklerle iyi anlaşıyordum ama bu okula gitmek zorunda olan erkeklerde beterdi zaten. Okul bitti, eve dönüp annemin ağlamalarını izledim, sonra da televizyon izledim. Buraya kadar ilginç bir şey olmamıştı zaten, yani ufak bir adamın -cidden, o adam mıydı yoksa çocuk mu?- beni takip etmesi dışında. Okulda ne zaman baksam oradaydı, sürekli çevremde dolanıyordu ve sinir olmuştum. Tam televizyonda bulduğum harika bir korku filmini izlerken kapı çaldı. Annem hıçkırıklarından kapıyı bile duymamıştı, homurdanarak kalkıp kapıyı ben açtım. Ve işte karşımdaydı, o ufak adam ya da çocuk! Beni takmayarak içeri girdi ve vızıldar gibi bir ses çıkardı, küfür falan etmişti herhalde. Annemin yanına gidip hızlıca ona bir şeyler anlatmaya başladı, zamanın geldiğinden falan. Aslında o kadar hızlı konuşuyordu ki çoğu zaman sadece bir vızıldama duyabiliyordum. Annem daha beter ağlamaya başladı ve ayağa kalktı. "Hey, ne oluyor?" dedim annemi görünce. Tamam, delinin teki olabilirdi. Tamam, belki şizofrenik derecede bir deliydi ama sonuçta benim annemdi ve bu iş beni meraklandırmıştı. Annem cevap vermek yerine bana sarıldı, bende ani bir hareketle kollarımı boynuna doladım. Benden ayrıldığında yavaş adımlarla hıçkırarak odama gitti ve bilgisayarın önündeki sandalyeye kendini attı. Peşinden gidip yatağın üzerine oturdum, sonra da o ufak şey geldi. “Toparlanmalısın, gidiyoruz." dedi bana bakarak. "Nereye?" diyebildim sadece. Yeni bir okula mı? Bu seferki yatılı bir tane miydi yoksa? Lanet olsun! "Kampa. Annen bahsetti değil mi?" dik dik anneme baktı, ve itiraf ediyorum, bende aynısını yaptım. Annem ağlamaya devam etti, benden bir şey gizliyordu demek! "Hayır bahsetmedi." dedim gözlerimi ondan ayırarak. "Gidince öğrenirsin o zaman." dedi beni dürtükleyerek. Sanki nerede olduğunu biliyormuş gibi yatağımın altına eğildi ve bir bavul çıkarttı. Ayağa kalktım ve uyuşuk hareketlerle bavulumu doldurmaya başladım. Yeni bir okul, üstelik bu seferkine 'kamp' diyorlardı. Tanrım, bana yardım et! Gök gürledi ve küçük-adam ciyaklayarak sıçradı. "Çabuk, çabuk!" dedi beni dürtüklemeye devam ederek. Kaşlarımı çattım ve masama yöneldim, laptopumu bavula koymaya kalkınca "Hayır, hayır, hayır! Teknoloji yok! Teknoloji olmaz!" dedi elime vurarak. "Bir dakika, ne?!" dedim şok olmuş bir şekilde. "Teknoloji yok mu?! Dalga geçiyor olmalısınız. Bu bilgisayarı bir hafta önce aldım ve alabilmek için üç yıl boyunca para biriktirdim. Her türlü iğrenç işte çalıştım ve şimdi bana onu yanıma alamayacağımı mı söylüyorsun?" dedim kızgınlıktan kıpkırmızı olmuş bir şekilde. Küçük adamda da aynı ifade vardı, sadece onunki biraz daha korkmuş bir şekildeydi. "Peki." dedim öfkeli bir sesle pes ederek. Telefon, mp3 çalar ve bilgisayar gibi beni hayata bağlayan eşyaları bıraktım ve kıyafet ile kitap tıktım biraz. Bavulu bitirdiğimde fermuarını çektim ve yere indirdim. Üçümüz beraber on ikinci kattan aşağı merdivenlerden inmeye başladık, bir de bavul olunca düşünün zorluğumuzu. Her neyse, annemin eski Ford Angelina arabasına doluştuk ve annem nereye gideceğini biliyormuşçasına arabayı sürmeye başladı. Ondan sonraki dokuz saatimi yolda geçirdim, uyandığımda hiç bilmediğim tepelerin arasından geçiyorduk ve etrafta inekler falan vardı, iğrenç. Her neyse, önemli olan bu değil tabi. Bir süre sonra annem aniden arabayı durdurdu ve arkasını dönerek bana gülümsedi. Aslında uzun zamandır aldığım tek gülümsemeydi, sevindim birden falan. Birde korktum, bana daha çok 'Merak etme, burada çürüyeceksin ve beni bir daha görmeyeceksin.' gülümsemesi gibi gelmişti, o nasıl bir şeyse artık. Arabadan indim ve küçük adamın bagajdan bavulu çıkartmasına yardım ettim, ezilir mezilir, korkmak lazım böyle şeylerden. Birde cinayet işledim diye atmasınlar beni hapse. Bavulun sapından tuttum ve annemle beraber küçük adamı takip ettik, ya da peşinden koşturduk diyelim. Arabayı park ettiğimiz yerin soluna doğru yöneldi, küçük ormana. Böyle bir yerde kim okul yapmak ister ki? diye düşündüm istemeden. İnekler, sıcak havalardan dolayı yanmış bir yığın sarı ot parçası, deniz bile yok, iğrenç. Ormanın içine daldık ve on dakika boyunca yürüdükten sonra bir sınıra geldik. Aslında sınırdan çok özel mülkün girişi gibi duran bir yerdi, kapının üzerinde birkaç harf vardı ama disleksi olduğum için okuma zahmetine bile girmek istememiştim. Yine de merakıma yenilemeyerek başımı kaldırdım ve şaşkınlıkla ağzımı açtım.

Kapının üzerinde yazanı çok rahat okuyabiliyordum, kocaman "Melez Kampı" yazıyordu işte. Melez'in ne demek olduğundan çok okuyabildiğime şaşırmıştım aslında. "O gelemez." dedi annemi göstererek. Annem gülümseyerek tamam anlamında başını salladı, sonra benim yanıma gelerek bana sarıldı. "Sakin ol tatlım, iyi olacaksın." diye fısıldadı kulağıma. "Seni özleyeceğim." dedim aniden. O kadar şikayet etmeme rağmen ondan uzak kalamayacağımı farketmiştim bir an. Birde onun deli olmadığını anlamıştım, aslında çok zekiydi o. Büyük ihtimalle sürekli ağlamasının tek nedeni bu kamp işiydi, her neyse. "Peki anne, seni seviyorum. Görüşürüz." dedim el sallayarak. Siz hikayenin tam burasında devreye girmiştiniz değil mi? Evet, bende öyle hatırlıyorum. Pekala, devamına bakalım.

Kampın girişinden ağır adımlarla geçtim ve şaşkınlık içinde bakakaldım. Pekala, ilk yorumum. Burası müthiş! Hayır hayır, buraya taparım! Ciddiyim, manyak ötesi bir yerdi. Zaten kendi tecrübelerim doğrultusunda, manyak dediğim her şey benim için mükemmeldi. Her türlü çılgın şeyi denemeye bayılırım, ve burası benim için lunapark gibi olmuştu birden. Küçük adamın dikkatimi çekmek için öksürdüğünü duyup başımı ona çevirdim. Beni takip et işareti yaptıktan sonra hızlı adımlarla büyük bir binaya ilerlemeye başladı, bende arkasından gittim. "Yeni melez." dedi bir adamın önünde durarak. Bu sefer çok ciddiyim, şaşkınlıktan ağzımı bile kapayamamıştım. Adam yarı beygirdi! Ayakları yerine toynakları vardı ve belinden biraz yukarısına kadar altı tamamen attı, üstü ise kıvırcık kahverengi saçları olan bir insandı. "Pekala Luché, kalanını ben hallederim." dedi başıyla selam vererek. Bende mal mal ağzım açık bakmaya devam ettim, kabalık olduğunu umursamadım bile. "Merhaba Veronica." dedi yanıma gelerek, gülümsedi. Şimdi, merhaba denilen bir şeye nasıl tepki verirsiniz? Tabi ki selam ya da sende merhaba dersin, değil mi? Bense bütün odunluğumla "Ama sen bir atsın!" dedim yüksek sesle. En azından beygir dememiştim, bu da bir gelişmedir. "Evet, çok doğru." dedi sırıtarak. Aslında buna bayağı alışmış görünüyordu, mantıklı düşününce böyle tepki veren tek kişi olmadığıma emin oldum birden. "İçeri geçelim mi, çay ister misin?" dedi elini konuk edercesine sallayarak. Hiçbir şey demeden tamam anlamında başımı salladım ve ağzımı kapatmaya karar verdim. İçeri geçtim ve bavulu odanın bir köşesine dayayıp sandalyenin ucuna tünedim. "Pekala Veronica. Aklında çok soru olduğunu biliyorum, bu yüzden kısaca anlatacağım çünkü görünüşe göre annen hiçbir şeyden bahsetmemiş." dedi bana bakarak. Tanrım, o kadar mı belli oluyordu? "Pekala, önce melezlerden başlayalım. Melezin ne demek olduğunu biliyor musun?" Hayır anlamında başımı salladım. "Melezler yarı insan yarı tanrıdırlar. Yunan mitolojisi hakkında bir fikrin var mı? Yok mu? Pekala. Iım, mitolojideki tanrılar ve tanrıçalar gerçek. Anlıyor musun? Onlar, bazen dünyaya iner ve.." Duraklayıp bana baktı. "İnsanlardan çocukları olur. Bunlarda yarı tanrı ya da bizim bildiğimiz adıyla melezler olur. İnsandırlar fakat tanrı güçlerini barındırırlar, bu kampta onları eğitmek üzere var." Eliyle etrafı gösterdi, aslında kamptan çok odayı göstermek istiyomuş gibi geldi birden. "Bak.." dedi yüzünü yaklaştırarak. "Bunun ne kadar tuhaf bir şey olduğunun farkındayım, ilk kez gelen melezler için hep böyledir. Ancak burası, senin ait olduğun yer. Ailen burada." 'Ailen' deyince aklıma annem geldi, kesin hala ağlıyordur. ""Ben.. Anlamıyorum." dedim sadece. "Bu normal." dedi tekrar geriye çekilerek. "On üç kulübe var ve senin baban ya da annen, bu kulübelerden birine yerleştirecek seni. Senin annen var değil mi? O zaman baban Olimposlu. Kısa zamanda sana bir işaret gönderecektir, kim olduğun ile ilgili. O zamana kadar Hermes'in kulübesinde kalacaksın, kim olduğun öğrenilince de babanın kulübesine taşınabilirsin. Şimdi istersen seni biraz çevre hakkında bilgilendireyim. Hadi." dedi ayağa kalkarak. Aynısını yaptım ve bavuluma doğru elimi uzattım fakat beni durdurdu. "Kalabilir, sonra alırsın." dedi bavulu göstererek. Kulübeden dışarı çıkıp çilek ve çimen kokan yerlere doğru ilerledik. At-adam bana çevrede neler olduğu hakkında bilgi verirken ben keşke otuz sekiz tane gözüm olsaydı diye düşünüyordum, her yere bakmaya çalışmaktan boynum ağrımıştı. Pegasus ahırlarını gördük -bana zamanla bir tanesini alabileceğimi ve eğitebileceğimi söyledi! Aman Tanrım!- sonra kılıç talim alanına gittik, ardından yemek yenilen yerlere baktık ve en sonunda yarı-yuvarlak bir şekilde dizilmiş kulübelere geldik. Soldan başlayarak bütün kulübeleri gösterdi ve anlamlarını söyledi. Zeus ve Hera'yı geçtikten sonra sağa doğru yöneldik ve hepsini bitirene kadar devam ettik. Bütün bunları aklımda tutmam çok zor olacaktı, kesinlikle. "Pekala, işte burası Hermes'in kulübesi." dedi sonuncu kulübeyi göstererek. -Bu adam ne kadar çok 'pekala' diyordu böyle?!- Kararsız bir şekilde içeri baktım ve başımı at adama çevirdim. "Merak etme, sadece uyumak için girsen yeter." dedi gülümseyerek. Tamam anlamında başımı salladım ve at adamın elini sırtımda hissettim, beni kulübeye doğru itiyordu. Kapıya geldik ve orada bekledik, at adam o kadar uzundu ki içeri sığmıyordu. "Herkes yeni arkadaşınıza hoşgeldin desin bakalım! İyi geçinin, yaramazlık istemiyorum." diye bağırdı kulübenin içine. Bir kız -çilleri vardı ve kızıl saçlıydı- "Temelli mi yoksa geçici mi?" dedi bağırarak. "Geçici." dedi at adam. Birkaç inleme duyuldu, sonra biri yanıma gelip beni kulübenin içine çekti. "Bol şans." dedi at adam gitmeden önce.

Bundan sonrası biraz ıvır zıvır işler, bana bir yatak verdiler, bende dışarı fırladım gezme bahanesiyle. Aslında o kadar çok insanla aynı kulübede kalma fikri sinirlerimi bozmuştu biraz, eşyalarım konusunda çok takıntılıydım ve hepsinde muzip bir gülümseme vardı, sanki eşyalarımı ben uyurken aşıracaklarmış gibi. Ne kadar saçma değil mi, insanları ifadesinden tanıyabiliyordum çoğu zaman. Gördüğüm birkaç kişiye selam verdim ve kamp meydanına uğrayıp banklardan birine oturdum. Tanrım, hangi cehenneme düşmüştüm ben?! Bütün günüm o bankın üzerinde geçmiş olmalı, bir yığın karmaşık düşünceden boğuluyordum o sırada. Babam kim, burada ne halt yiyorum, Hermes kulübesine geri dönmek istemiyorum, acaba annem ne yapıyor, olamaz Derrick kesin fen projemi mahvetmiştir gibi mantıklıdan saçmalamaya doğru bir soru akımı yaşadım. Hava yavaş yavaş karardı ve kulübede gözüme çarpan bir kız yanıma gelip oturdu, çok tatlı bir şeydi aslında. "Yemek saati, eğer aç değilsen sen bilirsin tabi." dedi gülümseyerek. Ayağa kalktım ve kızın peşinden masaların oraya gittim. "Her kulübenin kendi masası var ve başkasının masasına oturmak yasaktır. Gel, bizim masa bu tarafta." dedi sağa doğru giderek. Oturduk ve klasik bir şekilde işe başladık. Herkes kalkıp tabaklarına istediği yemeği doldurdu, sonra ateşin önünde kuyruğa geçti. "Bu da ne?" dedim tabaklarından bir şeyler attıklarını görünce. "Adak sunuyoruz, her yemekten önce yapılır. Tabağındaki en güzel şeyi tanrılardan istediğin birine sun, kötü bir şey vermeye kalkarsan.. Ya da neyse bunu bilmesen de olur." dedi kız sırıtarak. Sırıtmaya programlanmış gibi durmaya başlamıştı, bu kamptaki herkes mi manyaktı yahu? Ateşin önündeki sıram gelince bir tavuk parçasını ateşe attım. "Lütfen burada kafayı yemeden iki gün geçirmeme yardım et." dedim kime dediğimi bilemeden. Sonra oturup yemek yedik, o kadar. Kulübeye dönmeden kimin kızı olduğum belli olur diye ummuştum ama hiçbir şey olmadı, çok sıkıcıydı. İçeri girdim ve yatağıma uzanıp uzun bir süre boyunca tavana baktım, ne güzel fantezi. Birkaç kafanın horlamalarını duyduğum sırada uyuyakalmışım.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
İlk Gün.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Melez Kampı :: Kulübeler :: Artemis Kulübesi-
Buraya geçin: